Böbrek Naklinde Doku Reddi Tanısı
Eskiden böbrek nakli ameliyatından sonra hastalar steroitlerle ve azatiyoprinle tedavi edilir, doku reddi tanısının koyulması için herhangi bir enfeksiyonun ya da ürolojik sorunun yokluğunda kanda kreatinin düzeyinin yüzde 25’in üzerine çıkması ve bunun özellikle de bazı başka belirtilerle birlikte görülmesi yeterli sayılırdı. Eşlik eden bu belirtiler idrarla protein kaybının artması, ateşİn yükselmesi, idrarın ve idrarla atılan sodyumun azalması, nakledilen böbreğin bulunduğu bölgede ağırlık ve gerginlik duyulmasıydı.
Bağışıklık sistemini bastırmak için siklosporin adlı ilacın kullanılmaya başlamasıyla doku reddinin bu belirtileri neredeyse kaybolmuş ve çoğunlukla kan kreatinin düzeyindeki artış tek belirti olarak kalmıştır. Oysa kan kreatinin düzeyindeki artış, özellikle de şiddetli değilse, siklosporinin böbrekteki toksik etkisine bağlı olabilir. Bu iki durum arasında ayrım yapılarak kesin tanıya varılması çoğu zaman büyük güçlükler yaratır.
İlacın kan plazmasındaki düzeyine bakılarak dozun aşırı yüksek olup olmadığı belirlenebilir, ama her zaman ayırıcı tanıya varılamaz. Çünkü toksik etki çoğu durumda aşırı doza bağlı olmakla birlikte ilacın plazmadaki düzeyinin düşük çıkması böbrekte toksik etki yaratmadığı anlamma gelmez. Öte yandan ilacın plazmadaki düzeyinin yüksek çıkması da böbrekte toksik etki gösterdiğini kanıtlamaz. Üstelik bu incelemeyle doku reddi ve böbrekte toksik etkinin aynı anda ortaya çıkmadığı da tam olarak anlaşılamaz. Bu durumlarda klasik biyokimyasal incelemeler tanıya götürücü bir nitelik taşımaz.
Böbrekte toksik etki ile doku reddinin ayırt edilmesi açısından belki de en yararlı inceleme böbrek biyopsisidir. Ama bu inceleme riskli olabileceğinden ve aynı hastada yinelenemediğinden kullanım alanı sınırlıdır. Hastaya az rahatsızlık veren yöntemler arasında ince bir iğneyle böbrekten emilen örneğin incelenmesi ve idrarda hücre incelemesi sayılabilir.
Böbrekten emilen örnekte iltihap hücreleri görülürse doku reddi, siklosporinin yıkıma uğrattığı hücreler görülürse toksik etki tanısı koyulabilir. Bu inceleme hasta açısından çok düşük ya da sıfır olan bir risk oranıyla birçok kez yinelenebilir. Ama bu inceleme çoğu kez ve özellikle siklosporinin toksik etkisini ayırt etmekte yetersiz kalmakta, bu sorun ilacın en çok nakledilmiş böbreğin hücrelerini etkilediği durumlarda ortaya çıkmaktadır.
İdrar sedimentinde bulunan hücrelerin uygun bir boyama tekniğiyle boyanarak incelenmesi eozinofil denen akyuvarların sitoplazması içindeki taneciklerin görülmesine ve büyük olasılıkla siklosporinin toksik etkisine işaret eden ölü hücrelerin belirlenmesine olanak verir.
Ne yazık ki bütün bu incelemelerin olumlu ya da olumsuz yanlış sonuç verme olasılığı yüksektir. Bu nedenle de klinik kullanıma sunulmuş bütün teknolojik ilerlemelere karşın, doku reddinin tanısındaki güçlükler sürmektedir. Günümüzde ancak bu konuda geniş deneyimler kazanmış uzmanlar birçok klinik ve laboratuvar incelemesinden elde edilen verileri birlikte yorumlayarak tanıya varabilmektedirler.